Hz. Peygamber’in Barışla İlgili Çalışmaları Nelerdir?

Hz. Peygamber’e (sav) peygamberlik verildiği sırada başta Arap Yarımadası olmak üzere dünyada büyük bir çöküntü yaşanıyordu. Doğru bir inanç sisteminin olmadığı, insanların zengin-fakir, köle-efendi diye sınıflara ayrıldığı, köleliğin bir kurum haline geldiği, Hıristiyanlar arasında mezhep savaşlarının devam ettiği ve ahlaksızlığın çok yaygın olduğu bir dünya mevcuttu.

Bu şartların var olduğu bir dünyada peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber’i (sav), bekleyen çözümü zor olan sayısız problem vardı. Ancak O, bütün engellemelere rağmen bu problemlerin üstesinden gelerek, insanlara dünya ve ahirette mutlu olacakları esasları göstermiştir ve bunda da kısa sürede başarılı olmuştur.

Hz. Peygamber’in Barışla İlgili Çalışmaları Nelerdir

Günümüzde sigara gibi küçük bir alışkanlığı ortadan kaldırmak için devletler hem bütün kurum ve kuruluşlarını seferber etmekte hem de bütçelerinden büyük oranda paralar ayırmaktadırlar. Yine de yüzde yüz başarıya ulaşamıyorlar. Hz. Muhammed’in (sav) ise inatçı, cahil ve çok acımasız olan bir toplumda kötü ahlak ve alışkanlığı az bir kuvvetle kısa sürede kaldırdığına hem hayatı hem de Arap Yarımadası şahittir.

Hatta O, ilkelerini belirlediği barış sayesinde Arap Yarımadasında, bütün insanlığa örnek oluşturan çalışmasıyla, içinde yaşadığı toplumda var olan kötü adetleri kaldırıp, birbirleriyle yardımlaşan, dayanışma içerisinde olan bir toplum oluşturmuştur. Bu durum karşısında akıl ve izan sahibi olana şunu sormak gerekiyor; eğer Hz. Muhammed (sav) barış merkezli bir çalışma yapmamış olsaydı bunları başarıp gerçekleştirebilir miydi?

Hz. Muhammed (sav), peygamberlikten önce daha yirmi yaşlarındayken, müşrikler tarafından organize edilen ve fakirlerin, kimsesizlerin, himayeye muhtaç olanların ve yabancıların haklarını korumak için kurulan Hılfu’l-Füdul adlı cemiyete hiç tereddüt etmeden katılmıştır.

Daha sonraki dönemde söz konusu sözleşmeden bahsedildiğinde bunun, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha önemli olduğunu belirterek, İslamî devirde bile çağrılması durumunda bu gibi organizasyonlara hemen iştirak edeceğini belirtmiştir. Çünkü kendisi, zulüm ve haksızlığa asla tahammül edemeyeceğini, toplumsal huzur ve güvenliğin sağlanmasına yönelik çabalara sonuna kadar destek vereceğini ilan etmiştir.

Hz. Muhammed (sav) “rahmet peygamberi olarak nitelendirilmiş ve daima Kur’an’ın öngördüğü doğrultuda hareket etmiş ve komutanlarına, düşmana, savaştan önce barış teklif etmelerini emretmiştir. Yine aynı doğrultuda emirler vermiş ve savaşta, kadınların, çocukların, ihtiyarların, savaşa katılmayıp silah çekmeyenlerin, hizmetçilerin, din adamlarının öldürülmesini, ekili-dikili arazilere zarar verilmesini ve mabetlerin tahrip edilmesini şiddetle yasaklamıştır.

Hz. Muhammed (sav) barış peygamberi olarak, hayatının her anında barışı ön plana almış ve kendisine saldırılmadıkça asla savaş taraftarı olmamıştır. Hatta zorunlu olarak savaş kararı aldığında dahi karşı taraf barışı istediğinde hemen kabul etmiştir. Hayatına bir bütün olarak baktığımızda, O’nun barış taraftarı olduğuna dair onlarca örnek görebiliriz.

İnsanın barışsever olup olmadığı, daha ziyade güçlü olduğu zaman sergilediği davranışlardan anlaşılır. Gücü olmayan insan, ister istemez haksızlık yapan zalimlere bir anlamda boyun eğmek zorunda kaldığı için onun barıştan mı savaştan mı yana olduğu tam olarak anlaşılamaz.

Bu bakımdan Hz. Peygamber’i anlamak, daha ziyade onun Medine dönemindeki uygulamaları üzerinde durmakla mümkün olacaktır. Zira o, Medine’ye hicret ettikten sonra belli bir güce kavuşmuş ve kısa bir süre sonra da Medine Site Devleti’ni kurarak hâkim güç haline gelmişti.

Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiğinde orada barış merkezli, herkesi kucaklayan, kimseyi dışlamayan, ayrımcılığa fırsat vermeyen, insanlığın devam etmesini istediği, içinde yaşamayı arzu ettiği güzel diyalog ve anlaşma dönemini başlatmıştır. O Medine’de çok yönlü bir çalışma başlatarak bütün etnik grupların birlik, beraberlik ve huzur içinde yaşadığı bir devlet oluşturmuştur.

Öncelikle Müslümanları oluşturan Muhacirlerle Ensar arasında kardeşleşme yaparak onlar arasında birlik ve beraberlik bağlarını güçlendirmiştir. Daha sonra Medine’de bulunan halkların katılımıyla onların görev, yetki ve sorumluluklarını belirleyen “Medine Sözleşmesini” imzalatmıştır. O bu sözleşmenin 25. maddesiyle Yahudilerin bir cemaat olduğunu kabul ederek, onlara din hürriyeti tanımıştır. Bu sözleşme aynı zamanda sonraki dönemler için İslam’ın yabancılara tanıdığı din ve vicdan hürriyetinin yazılı bir belgesi olmuştur.

Hz. Peygamber (sav) Medine’de Yahudilere sürekli barışçıl yaklaşmış ve onlarla aynı topraklarda yaşadıkları için Müslümanların, Yahudilerin kestiği hayvanların yenmesine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir. Yahudilerin cenazesine saygı gösterip, ayağa kalkmış ve bunu arkadaşlarına da tavsiye etmiştir.

Barış ve hoşgörü ekseninde hareket eden Hz. Muhammed’in bu tutumu, az sayıda da olsa aralarında büyük âlimlerinden olan Abdullah b. Selam’ın da bulunduğu bazı Yahudilerin Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Hz. Peygamber (sav) aynı şekilde Hıristiyanlara da inanç ve ibadet hürriyeti tanımıştır. Bunun en önemli delili de hicretin dokuzuncu yılında Tebük seferinden sonra Hz. Peygamber’le görüşmek üzere Medine’ye gelen Necranlılara verilen haklardır. Mekke’nin güneyinde yaşayan Necranlılar Hıristiyan idi ve h. 9. yılda Hz. Muhammed’in (sav) talebi üzerine Medine’ye gelmişlerdi.

Medine’ye gelen bu Hıristiyan kafilesi Mescid-i Nebevi’ye girerek, kendilerine mahsus ibadet vakitleri olduğunu belirterek, Peygamber mescidinde ibadet etmek için doğuya yöneldiler. Durumu gören Hz. Peygamber, ibadetlerine kimsenin engel olmaması istedi. Onlar da mescitte ibadetlerini yerine getirdiler

Daha sonra yapılan görüşmelerde İslamiyet’i kabul etmek istemeyen Necran heyeti temsilcileriyle, herhangi bir zorlamaya maruz kalmadan barış anlaşması yapılmış ve heyet Necran’a dönmek üzere Medine’den ayrılmıştır. Hz Muhammed (sav) yaptığı bu anlaşmayla onlara din ve vicdan hürriyeti tanımış ve asla dinlerinden dolayı herhangi bir zorlamayla karşı karşıya kalmayacaklarını belirtmiştir.

Hz. Peygamber’in diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörü Necranlılar için yazdırdığı beyannamede de açık olarak görülmektedir:Necran ve çevresi, onların canları, malları, dinleri, yurtları, burada hazır olanları, olmayanları, ibadethaneleri, kiliseleri ile az veya çok ellerinde bulunan her şeyleri Allah’ın himayesi, Muhammed’in zimmetindedir. Hiçbir şekilde din adamlarının statüleri değiştirilmeyecektir. Onlardan her kim bir hak talebinde bulunursa ne haksızlık etmelerine, ne de haksızlığa uğramalarına meydan verilmeyecek ve aralarında adaletle hüküm verilecektir. Onlardan biri, bir başkasının yaptığı haksızlıktan sorumlu tutulmayacaktır.

Görülmektedir ki, Hz. Muhammed (sav) ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hıristiyanların dinlerini yaşamalarını engelleme konusunda asla bir baskı, sindirme ve asimilasyon faaliyetine girmemiştir. O’nun hayatında semavî dinlere karşı, din ve inançlarından dolayı bir savaş olmamıştır. Hatta Yahudi ve Hıristiyan yöneticilerin kendi halklarına vermediği din hürriyetini Hz. Muhammed (sav) onlara tanımıştır. Tarafsız ve önyargısız bir şekilde incelendiğinde O’nun hayatının bu konuda açık bir delil olduğu görülmektedir.

Mekkelilerden Süheyl İbn Amr, konuşmalarında kullandığı kelimelerle insanları etkilemeyi başaran, sürekli Peygamber’e hakaret ederek Müslümanlara ve Müslüman olmak isteyenlere baskı uygulayan birisiydi. Bedir savaşında esir alınınca kaçmak istedi. Ancak yakalanarak Hz. Muhammed’in (sav) önüne getirildi. Hz. Ömer: “Ey Allah’ın Elçisi! İzin ver, şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha senin aleyhine konuşma yapamasın” dedi. Hz. Peygamber ona işkence edilmesine karşı çıktı ve: “ … Ey Ömer onu bırak! O bir gün öyle bir makamda bulunacaktır ki, sen onu o makamda öveceksin” buyurdu. Gerçekten Hz. Peygamber’in vefatından sonra Süheyl b. Amr, Arap kabileleri arasında irtidat olayları baş gösterince, Mekkelilere etkili bir konuşma yaparak onların, irtidat olaylarına katılmalarını önlemiştir.

Hz. Muhammed’in savaş şartlarında dahi insanlara nasıl davrandığının örneklerinden birisi de Bedir savaşından sonra olmuştu. Savaşta Mekkeli müşriklerden 70 kişi esir alınmıştı. Bu esirler Medine’ye getirildiklerinde Hz. Peygamber, onları güvenilir bir şekilde gözaltında bulundurmak için kendi askerleri arasında taksim etmiş ve onlara iyi davranmaları hususunda tavsiyelerde bulunmuştur.

Bu esirlerden biri olan Ebu Aziz diyor ki: “Allah Rasulü, biz esirler hakkında Müslüman askerlere tavsiyelerde bulunduğu için onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana tahsis ederler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verir, ben de utandığımdan onu, veren kimseye iade ederdim. Fakat o, ekmeğe dokunmadan onu bana yine geri çevirirdi” Yine Kureyş’in esirlerinden Yezid’in ifadesine göre, Medine’ye gelirken esirler, hayvanlara binmiş, Müslümanlar ise yaya yürümüşlerdi.

Rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) ilginç uygulamalarından biri de zor şartlarda kaldıklarında düşmanına dahi insanî yardımda bulunmasıdır. Düşmana yardımın bir örneği hicretin dördüncü yılında İslamiyet’i kabul eden Yemameli Sümame b. Üsal olayıdır. Mekke’ye umre yapmak niyetiyle giden Sümame, Kureyş müşrikleri tarafından yakalanmış ve Müslüman olduğu için “dinden çıktığı” gerekçesiyle öldürülmek istenmiştir.

Müşriklerden biri kendilerinin, gıda hususunda Yemame halkına muhtaç olduklarını, dolayısıyla onun serbest bırakılmasını, aksi halde Yemame’den Mekke’ye gıda sevkiyatının durdurulabileceğini söyledi. Sümame, umreyi tamamlayıp memleketine dönünce Yemame’den Mekke’ye gıda sevkiyatına engel olmuştur. Bunun üzerine Mekkeliler çok zor durumda kalmışlar ve Hz. Peygamber’e elçi göndererek Mekke’ye gıda sevkiyatına mani olmaması için Sümame’ye emir vermesini istediler. Peygamberimiz Sümame’ye gönderdiği yazılı talimatta Mekke’ye gıda sevkiyatına mani olmamasını bildirmiş ve Sümame de Mekke müşriklerine gıda sevkiyatını tekrar başlatmıştır.

Yine hicretin yedinci yılında Mekke’de görülen kuraklık, kıtlık ve gıda maddesi yetersizliğinden dolayı halk perişan bir vaziyetteydi. Bunu haber alan rahmet peygamberi Hz. Muhammed (sav), savaş halinde olmalarına rağmen Amr b. Ümeyye ile onlara gıda ve nakit ihtiyaçlarını karşılamak için arpa ile altın göndererek yardımda bulunmuştur. Ancak O’nun bu âlicenaplığı karşısında Süheyl b. Amr ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş’in ileri gelenleri bu yardımı almak istemediler. Ancak Ebu Süfyan, bu yardımı alarak büyük sıkıntı içerisinde olan Kureyş’in fakirlerine dağıttı. Hatta bu konuda şöyle demiştir; “Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti”

Hz. Muhammed’in (sav) savaştan şiddetle uzak durduğu ve barış taraftarı olduğunu gösteren en önemli uygulaması ise Mekke’nin fethi sırasında gösterdiği hassasiyet olmuştur. O Mekke’nin savaş olmadan ve kan dökülmeden teslim olması için, oraya yapacağı askerî harekâtı gizli tutmuştur. Bu amacında da büyük oranda başarılı olmuştur. Mekke’ye girecekleri sırada orduyu dört gruba ayırarak, komutanlara Mekkelilerin kendilerine saldırmadığı sürece kesinlikle silah kullanmamalarını emretmiştir. Mekke’ye girildiğinde silahın kullanılmasına asla müsaade etmeyen Hz. Peygamber (sav), “Bugün savaş günüdür, bugün kan dökmek caizdir” diyen Medineli Sa’d b. Ubade’den sancağı alıp Hz. Ali’ye vererek, onun ve yanındakilerin muhtemel saldırılarını önlemiştir.

Hz. Muhammed’in (sav) Mekke’nin fethi sırasındaki stratejisi, dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir hoşgörü ve barış örneğidir. Çünkü fetih sırasında şiddetle savaştan kaçınmış ve kan dökmek yerine insanlarla konuşma yolunu seçmiştir. Mekke’de Kâbe’yi tavaf ettikten sonra, ne yapacağını merakla bekleyen Mekkelilere bir konuşma yapmış ve “Hakkınızda ne yapmamı düşünüyorsunuz?” Mekkeliler; “Hayırdan başka bir şey düşünmüyoruz. Çünkü sen kerim bir kardeşsin” dediler. Hz. Peygamber onlara asırlar ötesinden bütün insanlığa ders olacak tarihî kararında şöyle demiştir; “Hepiniz serbestsiniz”.

Hz. Muhammed (sav) böylece, doğduğu, büyüdüğü ve çok sevdiği vatanından çıkarılmasını, ticaret yanmasına ve Kâbe’yi ziyaret etmesine müsaade etmeyenlere hiçbir şekilde zulmetmemiş, barış, diyalog ortamı sağlayarak onları affetmiştir. Hâlbuki savaş şartlarında ve güç elindeyken onlara istediğini yapabilirdi. Ancak O, barışı esas alarak, insanî ilişkilere önem vermiştir.

Bu kısımda da günümüzde Hz. Peygamber (sav) ve Müslümanlar hakkın da olumsuz düşüncede olanların, yanıldığını belirtmek için, ilmî değerlere ve kaynaklara nesnel yaklaşıp, anakronizme düşmeden sağduyulu ve önyargısız bir şekilde Hz. Muhammed (sav) ve Müslümanları değerlendiren bazı Batılıların görüşlerine yer vermek istiyorum.

Arap Yarımadasında insanı merkeze alarak büyük medeniyet kuran Hz. Muhammed (sav) ve O’nun takipçileri olan Müslümanlar, hem içinde yaşadıkları toplumlarda hem de fethettikleri yerlerde, hangi dinden ve dilden olursa olsun hâkimiyetleri altında olan insanlara din ve vicdan hürriyeti vererek beşeriyete örnek olmuşlardır. İslam’ı tarafsız bir şekilde inceleyen ve hakkaniyetten ayrılmayan bazı Batılılar bunu görmüşlerdir. Bunlardan birisi olan tarihçi T. W. Arnold Müslümanların hoşgörüsü ile ilgili; “Kilise, Müslüman yönetimi altında iken baskıya maruz kalmamıştır. Tersine, Müslüman hâkimiyetinde oldukları zaman Nasturilerin tarihi, dini hayatta büyük bir refah ve iyileşme sergiler” demiştir.

Müslümanların gayr-i Müslimlere hoşgörülü ve barışçıl davranışları konusunda Batılı bir düşünür olan Chatfeld şunları söylemektedir: “Araplar, Türkler ve diğer Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı Batılı milletlerin, yani Hıristiyanların uyguladıkları muamele ve gaddarlığın aynısını yapmış olsalardı, bugün Doğu’da tek bir Hıristiyan kalmazdı.” Bu hususta bir din adamı olan Rahip Michod’un şu sözü de dikkat çekicidir: “İnsanlar arasında büyük merhamet kanunu demek olan dini müsamahayı Hıristiyanlara ne yazık ki, Müslümanlar öğretmiştir.”

Arnold başka bir eserinde İspanya ve Endülüs ile ilgili de şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “İspanya’da İslam fetihlerinin başlangıcında ne dini baskı, ne de zorla ihtida olayları duyulmamıştır. Siyasi kudretleri kaybolan Hıristiyanlar için şikâyeti gerektirecek bir durum yok gibiydi. Dikkate değer bir hal olmak üzere sekizinci asır boyunca tek bir ayaklanma teşebbüsü görülmüştü. İspanya’da İslam hükümetinin Hıristiyan tebaa karşısında aldığı yumuşak tutum, iki din mensuplarını birbirine yaklaştırmış ve bu iki topluluk arasında bazı karışmalar meydana getirmişti. Müslüman erkeklerle Hıristiyan kadınlar arasında evlilikler başlamıştır.” Mesela Endülüs valisi Abdülaziz b. Musa b. Nusayr ile kral Rodrigo’nun dul eşi ile evlenmiştir. Birçok Hıristiyan Arap isimleri almış, Müslüman komşularının adetlerini taklit etmişlerdir. Hatta bazıları çocuklarını sünnet ettirmişlerdir”.

İslam tarihinde belki de dünya tarihinde hoşgörü ve barışın merkezi kabul edilebilecek kadar önem kazanan Müslüman Endülüs’te, özelikle X. yüzyılda yönetim sarayı, toplumu bütün farklılıkları en üst seviyede temsil eden bir görüntü veriyordu. Toplumu oluşturan bütün dinî ve etnik unsurlar, saraya girme ve hizmet sunma imkânına kavuşmuştu. Halife Müslüman, hekim Yahudi, mütercim Hıristiyan, komutan Saklebi, baş vezir Arap, başkadı muhtedi İspanyol (Muvelled) ve edib Iraklı olup aynı sarayın çatısı altında hizmet veriyordu. F

arklılıkları uyum içerisinde bir araya getiren bu manzara karşısında hayrete kapılan Fransız araştırmacı Henri Peres şu ilginç tespiti yapmıştır; “Bir arada yaşama tarzı, Endülüs Müslümanlarının Hıristiyan halka toleranslı yaklaşımını daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır. Gerçekten hiçbir mağlup halk, anlaşmalarla sağlanan hakların ve zimmî hukukunun tatbiki konusunda İspanyollar kadar şanslı olmamıştır. Devletin her kademesinde bu halktan insanlar vardır.”

Müslümanların bu hoşgörülü davranışlarına rağmen daha sonraki asırlarda İspanya’da hâkimiyeti eline geçiren Hıristiyan krallıklar, Müslümanlara karşı çok sert davranmışlar. Engizisyon mahkemeleri kurarak sözde kararlarıyla binlerce Müslüman’ı katledip, binlercesini sürgün etmişlerdir. Hatta insanlık suçu olan soykırım, işkence, zorla dinden döndürme gibi birçok kötü fiili işlemişlerdir.

İslam dininin hoşgörü anlayışına karşı bağnazlıkla hareket eden Hıristiyanlar, İspanya’da XV ve XVI. yüzyılda dünya tarihinde emsali görülmemiş bir süreç yaşatmışlardır.91 Bunun gibi Müslümanların dinlerinin gereği olarak, barışçıl bir ortamı sağlamak için zimmetlerinde bulunan diğer din mensuplarına gösterdikleri hoşgörü ile ilgili örnekler çoktur, ancak bunlarla yetiniyoruz.

Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (sav), altmış üç yıllık hayatı boyunca devamlı barış, hoşgörü ve uzlaşmadan yana tavır sergilemiştir. Bu hususta belirlediği ilkeleri, kendine tabi olan Müslümanların da uygulamasını ısrarla emretmiştir. O, muzaffer bir komutan olarak Mekke’ye girdiğinde en büyük düşmanları olan Ebu Süfyan’ı, amcası Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi, onun ciğerini çiğneyen Hind’i ve İslam’ın en büyük düşmanı olan Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi affetmiştir. Bundan dolayı da O, âlemlere rahmet olarak gönderilen rahmet peygamberi ve barışın sultanı olmuştur.

 

Kaynakça: FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi – Barış’ın İslam’ın Temel Kaynakları ve İslam Tarihi’ndeki Yeri – Yasin Yılmaz

Yorum yapın